Başımız Sağolsun...
81 Düzce Haber Köşe Yazarı Kadir Gülbay "Başımız Sağolsun..." başlıklı yeni köşe yazısını yayımladı.

Kadir Gülbay
-Bir sabah uyanıyoruz… Haberlerde aynı yüzsüzlük, aynı utanç, aynı vicdansızlık. Sadece aktörler değişiyor, senaryo aynı. O kadar çok alıştık ki kötülüğe, artık kötüler bile kendilerini “normal” zannetmeye başladı. Ama bir yerde durmak, ses çıkarmak, aynayı kırmadan önce kendimize bakmak gerek.
Başımız sağolsun insanlığımız ölmüş...
Bir adam var mesela… Aynı yastığa baş koyduğu kadının gözyaşlarından kendine zafer devşiriyor. Yumruğunu sevgiden daha çok konuşturuyor. Kadını sevdiğini iddia ediyor ama ilk fırsatta pazara çıkarır gibi satılığa çıkarıyor. Aşkı kirletiyor, insanlığı çürütüyor. Oysa bir kadına şiddet uygulayan adam değil, sadece bir korkaktır. Gücünü yumruğundan alan, aslında zayıflığının en büyük ilanını yapmıştır. Ve unutmasın: Ezdiği her kadın, bir gün ayağa kalkar. Ama o adam, bir daha asla dik duramaz.
Sokaklarda bir başka utanç dolaşıyor: Kediye tekme atan, köpeğe taş fırlatan, açlıktan kıvranan bir canlının çırpınışına sırt çeviren insanlar. Merhametle değil, nefretle yaklaşanlar. O hayvanlar konuşamıyor diye, canları yanmıyor mu sanıyorsunuz? Korkaklığınızı ‘güç’ zannediyorsunuz. Ama bir hayvana acımayanın, insana göstereceği merhamet de yoktur. Unutmayın, bir toplumun vicdanı en çok sessizlere nasıl davrandığıyla ölçülür.
Trafikte öfkesini direksiyonla kusan bir sürü başka “adam” dolaşıyor. Yol vermedi diye önünü kesen, çocukların önünde bağıran, camdan cama küfürle güç gösterisi yapan… Araba bir araç olmaktan çıkmış, egonun dört tekerlekli hali olmuş. Yol değil, ego savaşı veriyorsunuz. Ama bir gün o hızla yalnızca kendi sonunuza çarparsınız. Çünkü medeniyet, sinyalle değil, sabırla başlar.
Yaşlılara bağıran, onları küçümseyen, “Artık işe yaramıyorsun” diyebilecek kadar alçalanlar… Sizi doğuran, büyüten, elleri nasır tutmuş insanlara sırt çevirmeyi marifet sayıyorsunuz. Ama unutmayın, hayatın tek yönlü yolu yok. Bugün bastonla yürüyene gülersiniz, yarın bir çocuk size yer vermediğinde ne hissedeceksiniz? Vicdanınız yaşlanmadan, saygınız büyüsün.
Bir de mutfaklarımızda sinsice dolaşan tehlikeler var: Gıda diye sahteyi, katkılıyı, zehri paketleyenler… Çocukların ekmeğine, annelerin yemeğine göz dikenler. Raf ömrünü uzatmak için insan ömrünü kısaltanlar. Etin içini başka etle, süte suyla, bala glikozla dolduranlar… Siz sadece hile yapmıyorsunuz, sofraya oturmuş bir aileyi zehirliyorsunuz. Doyurduk sanıyorsunuz ama gerçekte insanlık aç kalıyor.
Dolandırıcılar… Yüzü gülen, sözü tatlı ama eli cebinizde olanlar. Emeklinin biriktirdiği son kuruşu, yetimin burs parasını, hastanın tedavi umudunu çekip alıyorlar. Masum insanları üç beş menfaat için perişan edenler… Bilin ki alın terinin bedduası sessiz olur ama yerini bilir. Ve geldiğinde, ne telefonunuz çalar ne kapınız… Ama hayatınızın ortasına oturur, sizi içinizden kemirir.
Ve en büyük yaralardan biri… Ormanları yakanlar. Ağaçları değil sadece, içimizi de tutuşturanlar. Üç-beş otel için binlerce yılda oluşmuş yaşamı bir günde kül edenler. Sincabı, böceği, kuşu, çiçeği… Hepsiyle birlikte çocuklarımızın geleceğini de yakıyorsunuz. Kendi çıkarınız için doğayı, toprağı, hatta gökyüzünü bile satmaya kalkıyorsunuz. Ama doğa öyle bir annedir ki… Affetmez. Gün gelir, hesabı su değil, yangın gibi sorar.
Bu kötülüklere göz yumanlar… “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyenler… Bilin ki o yılan, bir gün sizin de kapınızı çalacak. Çünkü kötülük sadece yapanın değil, susanın da boynuna dolanır. Bir gün hepimiz hesap vereceğiz: Kimi mahkemede, kimi vicdanında, kimi de evladının gözlerinde…
Ne zaman bu kadar alıştık kötülüğe? Ne zaman vicdanı lüks, merhameti zayıflık sayar olduk? Belki de en korkuncu şu: Artık kötüler utanmıyor, iyiler utanıyor. Yanlışın sesi yüksek çıkıyor, doğrular ise fısıldıyor.
Ama hâlâ geç değil. Bir insanın değişimiyle bir toplum, bir toplumun değişimiyle bir gelecek kurtulur. İnsan gibi yaşamak hâlâ mümkün. Ama önce insan gibi düşünmeyi öğrenmeliyiz. Yumruğu değil, eli uzatmayı… Ezmek değil, yaşatmayı… Sessiz kalmak değil, ses olmak gerektiğini…
Çünkü bir gün hepimizden geriye sadece bıraktığımız izler kalacak.
Ve o iz, ya toprağa can olur…
Ya da vicdanlarda kara bir leke.
Son sözü Cahit Külebi in bir şiiriyle noktalamak istiyorum…
“Adamın biri bir kadın dövmüş,
Duymazlıktan geldik…
Çocuklar açmış,
Görmezlikten geldik…
Bir öğretmeni dövmüşler okulda,
Duymamış, görmemiş, bilmiyoruz dedik…”
Kalın sağlıcakla…