BU DÜZCE’DEN BİR NAZIM HİKMET GEÇTİ (I)
Doç.Dr. Fatih Özçelik bu haftaki BU DÜZCE’DEN BİR NAZIM HİKMET GEÇTİ (I) başlıklı köşe yazısını yayımladı.
Doç.Dr. Fatih Özçelik
-2025 yılının bu ilk yazısında, Türk edebiyatının önemli isimlerinden Nazım Hikmet’in hayatındaki bir dönüm noktasını, Bolu’dan başlayıp Düzce ve Akçakoca üzerinden Moskova’ya uzanan yolculuğunu iki bölüm olarak sizler için kaleme aldık. Nâzım Hikmet’in bu yolculuğu, yalnızca fiziksel bir seyahat değil, aynı zamanda kendi açısından düşünsel bir devrimin de başlangıcıydı.
Nâzım Hikmet Ran (1902-1963), Türk edebiyatının en önemli şair ve yazarlarından biri olarak tanınır. Şiirlerinde serbest nazım anlayışını benimseyerek, Türk şiirine modern bir soluk getirdi. Toplumcu gerçekçilik akımının öncülerinden olan Nâzım Hikmet, eserlerinde işçi sınıfının, halkın ve özgürlük mücadelesinin sesini dile getirdi. Şeyh Bedrettin Destanı, Kurtuluş Savaşı Destanı ve Memleketimden İnsan Manzaraları gibi eserleri, onun edebi mirasının başyapıtları arasında yer alır. Siyasi düşünceleri nedeniyle çeşitli dönemlerde hapis yattı ve hayatının önemli bir kısmını sürgünde geçirdi. Uluslararası alanda da tanınan Nâzım Hikmet, yalnızca Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da iz bırakan bir figürdür.
Nâzım Hikmet, gençlik yıllarının idealizmiyle Millî Mücadele'ye katılmak amacıyla yakın dostu Vâlâ Nurettin ile birlikte İstanbul'dan yola çıktı. İkili, deniz yoluyla İnebolu'ya ulaştıktan sonra Ankara'ya geçtiler ve burada Büyük Millet Meclisi'nde Mustafa Kemal Paşa ile görüşme fırsatı buldular. Ancak silah altına alınmayı beklerken kendilerini Bolu’da öğretmen olarak atanmış bir halde buldular. Bolu, onları oldukça gergin bir atmosferle karşıladı.
Bu dönemde, sol fikirleri derinlemesine bilen ve paylaşan, Darülfünun mezunu ağır ceza reisi Ziya Hilmi ile tanıştılar. Üçü, bir ev tutarak aynı çatı altında yaşamaya başladılar. Nâzım Hikmet şiirler ve oyunlar yazarken, Ziya Hilmi onlara Marx ve Lenin’in fikirlerini anlatıyordu. Fransız İhtilali, Lenin ve Kautsky gibi konular sık sık bu sohbetlerin gündemini oluşturuyordu. Ziya Hilmi'nin en büyük hayali ise Bolşevik İhtilali’nin vatanı Rusya’yı, özellikle Moskova’yı görme isteğiydi.
Nâzım Hikmet, Vâlâ Nurettin ile beraber Bolu'da, 1921
Bolu’da bu üçlünün sosyalist düşüncelerini açıkça ifade etmeye başlaması, çevrede hoşnutsuzluk yaratmıştı. Özellikle Nâzım ve Vâlâ’nın öğretmen kimlikleri, Boluluların tepkisini giderek artırmıştı. Bu gergin atmosferde Ziya Hilmi, Moskova’ya gitmeleri gerektiği önerisini getirmişti. Genç şairler, bu öneriyi kabul ederek Bolu’dan ayrılmaya karar verdi. Böylece, Nâzım Hikmet’in henüz 19 yaşında başladığı bu tehlikeli yolculuk, onu ve Vâlâ Nurettin’i Bolu Dağı’ndan geçirerek Düzce’ye ulaştırmıştı.
Kaymakam Hurşit Efendi’nin idaresindeki Düzce’den geçip Akçakoca’ya vardıklarında, Karadeniz’in sonsuz ufkuna bakarak hayalini kurdukları Rusya’ya ulaşmanın ilk adımını attılar. Deniz yolculuğunun ilk durağı Zonguldak oldu, orada vapur değiştirerek Trabzon’a, ardından Batum’a ve nihayet Moskova’ya vardılar.
Nazım Hikmet’in bu kaçış serüveni, Vâlâ Nurettin’in yazdığı “Bu Dünyadan Nazım Geçti” adlı biyografik eser başta olmak üzere, birçok kaynakta aktarılmıştır. Bu eserler, genç bir şairin idealleri uğruna nasıl bir yolculuğa çıktığını ve hayatının nasıl şekillendiğini gözler önüne serer.
1921 yılının Ağustos ayının son günlerinde, Nazım Hikmet, Vâlâ Nurettin ve Ziya Hilmi yaylı bir arabayla Bolu’dan hareket etti. Bolu çarşısında, meslektaşlarından oluşan küçük bir topluluk onları uğurlamak için toplanmıştı. Uğurlayanlar arasında yer alan iki genç, kısa bir süre önce Rusya’da eğitim alma planlarından haberdar olmuş, bu konuda etkilenmiş ve onlara katılmak için büyük bir istek duymuştu. Nâzım, gençlerin hevesini kırmamak için birtakım vaatlerde bulunmuş, onlara yola çıkma ihtimalleri olduğuna dair umut vermişti. Bu iki genç, kendi hayallerini gerçekleştirme umuduyla gruba katılmak için ısrarcı oldu. Ancak yolculuğu düzenleyenler, bu sürecin zorluklarının farkında olduklarından, onları yanlarına almanın mümkün olmayacağını biliyorlardı.
Bu durum, grubun üyelerinden Ziya Hilmi tarafından hoş karşılanmadı. Nâzım’a sert bir şekilde çıkışarak, “Bizi mahvedeceksin, geveze!” dedi. Ziya Hilmi, gençlerin istemeden de olsa grup için bir tehlike oluşturabileceği ihtimaline dikkat çekiyordu. Ancak Nâzım, bu gençlerin güvenilir kişiler olduğunu, kötü niyet taşımadıklarını savundu. O an için Nâzım haklıydı ve gençler yolculuğa dair bir sorun oluşturmadı.
Eşyaların bir kısmı arabacının yanında, bir kısmı ise arabanın arkasına yerleştirilmişti. Üç kişi, arabanın en arkasındaki mindere bağdaş kurmuş bir şekilde oturuyordu. Gün epey ilerlemişken yola çıkılmıştı. Hayvanları sulamak için bir çeşmenin başında mola verdiklerinde, Düzce yönünden gelen yolcular, geçecekleri dağın eşkıyalar tarafından tutulduğunu söyledi. Bu silahlı grubun, yalnızca yolcuları değil, köylüleri bile soyduğu, bu şartlar altında yolculuğa devam etmenin imkânsız olduğu haberini verdiler.
Yolculuk boyunca karşılaştıkları herkese bu durumu sordular. Aldıkları cevaplar hep aynıydı. Düzce’ye ulaşmak için tırmanmaları gereken dağın Bolu yönündeki eteğine geldiklerinde, ağaçlar arasında bekleşen elli ila yüz kişilik bir grup gördüler. Bu grup, silahlı jandarmalardan, köylülerden ve yolculardan oluşuyordu. Arabalar ise sırayla dizilmişti ve kimse hareket edemiyordu.
Eşkıyaların oldukça cesur ve acımasız olduğu anlatılıyordu. Öyle ki, hükümet kuvvetleri bile bu duruma müdahale edemiyor, yolu açamıyordu. Çevrede dolaşan bu haydutların Çerkes köylerine dayandığı, gerektiğinde geri çekilip saklandığı, gerektiğinde ise saldırıya geçtiği söyleniyordu. Yolun çok dolambaçlı ve tehlikeli olduğu, her köşe başının ve kaya dibinin bir pusu noktası olabileceği anlatılıyordu. Bu güzergâhtan ilk defa geçecekleri için yolculuk büyük bir belirsizlik içindeydi.
Arabayı sıraya dizdiler ve jandarmaların öne geçip rehberlik etmesini beklediler. Ancak jandarmalar, tüfeklerini çatmış, sigara içerek vakit geçiriyordu. Saatler ilerliyor, akşam karanlığı yaklaşıyordu, fakat herhangi bir hareketlilik yoktu. Merak edip neden beklediklerini sordular. Jandarma çavuşu, Düzce tarafındaki kuvvetlerin daha güçlü olduğunu, o tarafın yolu açtıktan sonra buraya geleceğini söyledi.
Uzun süren bekleyişin ardından, Ziya Hilmi durumu değerlendirdi ve “Bu Çerkesler gece boyunca dağ başında bekleyecek değil ya. İki tarafa kuvvet yığıldığını öğrenmişlerdir ve köylerine çekilmişlerdir. Sabah tekrar ortaya çıkarlar. Benim tahminim yollar açıktır. Ne dersiniz, jandarmayı beklemeden gidelim mi?” diye sordu.
Nâzım ve diğeri bu öneriyi hemen kabul etti. Arabacı da onlara katıldı. Genç ve cesur biriydi; hatta diğer arabacılara ve jandarmalara gösteriş yapmak istercesine, “Yedi köye nam veriyoruz, dah!” diye bağırarak arabayı yokuşa sürdü. Bu sırada karanlık da çökmek üzereydi.
Eşyalarının zaten kıymetli bir şey olmadığını düşünüyorlardı. Alınsa bile büyük bir kayıp olmayacağını hesap etmişlerdi. Üçü de iyi konuşmacıydı; Bolu köylerinde insanları etkileyen konuşmalarıyla tanınıyorlardı. Ziya Hilmi’nin ağır ceza reisi olduğu da hesaba katıldığında, karşılarına çıkanları bu bilgilerle ikna edebileceklerine inanıyorlardı. Bu düşüncelerle kendilerini manevi olarak hazırladılar ve olası bir durumda yapacakları konuşmaları zihinlerinde planlamaya başladılar.
Vâlâ Nurettin, maddi tedbir almayı da ihmal etmemişti. Nâzım’ın parası da onun yanındaydı. Anadolu ve Rusya’daki tüm seyahatlerde ortak parayı muhafaza etmek genellikle onun sorumluluğundaydı. Bolu’dan ayrılırken ellerinde toplam üç yüz lira olduğunu hatırlıyordu. Bunun otuz lirasını, on beşer lira olarak cüzdanlara ayırdı. Geri kalan miktarı ise koyu renkli bir beze sararak, kolayca ulaşabileceği bir şekilde yan cebine yerleştirdi.
Herhangi bir tehlike durumunda, arabacı bir uyarıda bulunsa ya da yol kenarında şüpheli bir hareket fark edilse, bu bezi çevredeki fundalıklara atmayı planlamıştı. Bezi atarken çevredeki karakteristik ağaçları ve taşları dikkatle inceleyecek, bunları işaret olarak zihnine kazıyacaktı.
Eşkıyalar grubu durdurup onları soyarsa, yanlarındaki cüzdanlar ve eşyalar ellerinden alınabilirdi. Vâlâ Nurettin, yolların eninde sonunda jandarma tarafından açılacağına güveniyordu. O zaman, işaretlediği fundalığın altından bezi alarak parayı tekrar geri kazanabileceklerini hesap etmişti. Bu ihtimalleri göz önünde bulundurarak hem manevi hem maddi açıdan hazırlıklı olmaya özen göstermişti.
Vâlâ Nurettin, Ziya Hilmi’ye de benzer bir tedbiri almasını tavsiye etti. Konuşulanları duyan arabacı da kendi hazırlıklarını yaptı. Ormanın derin ve kuytu bölgelerinden geçtikleri için, planı uygulamaları gerekirse, eşyalarını atarken eşkıyanın dikkatini çekmeyeceklerinden oldukça emindiler.
Yol boyunca sürekli yokuş tırmanıyorlardı. Arabacı, önceden belirledikleri dönemeçlerde ve büyük kayaların başlangıç noktalarında, plan doğrultusunda öksürerek grubun dikkatini çekiyordu. Eğer tehlike belirirse, bunu “Peki kardeşim, duruyoruz” gibi bir seslenişle haber verecekti. Arabacının her öksürüşü, grubun dikkat kesilmesine ve hazırlıklı beklemesine neden oluyordu. Bu sırada gece karanlığı tamamen çökmüştü.
Sonunda bir tepeye ulaştılar ve aşağıdaki açık alan göründü. Burada büyük bir ateş yakılmıştı ve ateşin etrafında yüz kişiden fazla bir kalabalık toplanmıştı. İnsanlar ısınmaya ve belki de yemek yemeye çalışıyordu. Mevsime rağmen dağ başında hava oldukça soğuktu ve bu manzara, grubun endişesini artırmıştı…
Bu haftalık yazımız burada sona eriyor. Haftaya kaldığımız yerden devam etmek üzere, esenlikler dilerim…